Etapes International Magazine
Issue 0


Çizgi Dışı için
Gülizar Çepoğlu ile röportaj

Basım Dünyası için
Gülizar Çepoğlu ile röportaj

Interview with Gulizar Çepoglu
for Grafist 13 Catalogue

Grafist 13 Kataloğu için
Gülizar Çepoğlu ile röportaj


Karşıtlıkların Beslediği Dengeli Tasarım

Yaşamdaki karşıtlıkları tasarım anlayışına yansıtarak zıtlıklar üzerinden bir yaratım sürecinden beslenen Gülizar Çepoğlu, zıtlıklar arasında bir denge kurma çabalarının kendisine 'bağımsız' olma hissi verdiğine inanıyor.

O bir tasarımcı, eğitmen ve aynı zamanda araştırmacı... 90’lı yıllardan bu yana yaptığı çalışma örnekleri ve tasarladığı kitapları ekim ayında gerçekleştirilen Grafist 13 etkinliğinde sergilendi.
Geleneksel tasarım anlayışının aksine, tasarımındaki mesajları monoloğa değil, diyaloğa dayalı olarak demokratik bir iletişim biçimi ile ele alıyor ve birlikte bir anlam inşa etmeyi amaçlıyor. Yaşamdaki ikili karşıtlıkları tasarım anlayışına yansıtmış ve zıtlıklar üzerinden bir yaratım sürecinden beslenerek temel tasarım çizgisini oluşturmuş.
Çalışmalarına İngiltere'de akademisyen olarak devam eden Gülizar Çepoğlu ile tasarım anlayışı üzerinden sohbet ettik.

Gülizar Çepoğlu kimdir, kendinizden biraz söz eder misiniz? Tasarımla tanışma süreciniz nasıl oldu?

Karşıtlıkların tam ortasına doğup, her türlü ikili karşıtlığın ve karşıt kişiliklerin arasında büyüdüm. Bu hem çok eğlenceli, hem çok yaratıcı, hem de çok yorucu, bazen de çıldırtıcı bir durumdu. Belki de buna bağlı olarak, niye bu dünyada kavramlar ikili karşıtlıklar üzerine kurulu ve biri diğerine tercih ediliyor diye hep sordum ve soruyorum.

Araştırma konum ikili karşıtlıklar üzerine odaklanıyor, örneğin imge/yazı, sağ/sol, kadın/erkek, doğu/batı gibi. Belki de, bu ikili karşıtlıklar olmasaydı hayat(ım) bu kadar ilginç olmaz, tek düze olurdu. Yine de bu ikili karşıtlıkların arasında yaşayan bir çocuk ve daha sonra da bir yetişkin olarak hala esas sorunum, aralarında bir denge sağlamaya çalışma çabası.
İstanbul’a da bu yüzden derin bir sevgiyle bağlıyım çünkü İstanbul in-between (aradaki) nosyonunu şairane bir biçimde görselleştiren belki de tek şehir. İstanbul Boğazı'na dayanılmaz bir tutkum var çünkü tam ikili karşıtlıkların arasında hala tum güzelliğiyle yaşıyor: Asya/Avrupa, doğu/batı, eski/yeni, Hristiyan/Müslüman vs. İşte, tam anlamıyla “aradaki yer”, “aradaki boğaz”: Öyle bir yer ki, iki tarafla da yakından ilintili ama kendine ait bir yeri yok çünkü “arada”. Arada kalmak, büyük sorumluluklar getiren bir konum olmasına rağmen nötürleştirici ve bağımsız bir konum da aynı zamanda. Istanbul’da Ortaköy’de (adı üstünde ortaköy) büyüyüp, Fransız okulunda okuyup, milli yüzücü ve Türkiye rekortmeni olarak ağır spor antremanlarıyla ve güzel sanatlara olan ilgimle ergenlik yıllarımı geçirip, grafik tasarıma odaklandım. Lisede bir resim öğetmenim vardı, Ressam Seta Hidis. Ben iç dekorasyon okumayı düşünüyordum, Seta beni grafik tasarıma yöneltti.

Babam doktor olduğu için benim de doktor olup mesleğini devam ettirmemi isterdi ama ona bir gun “ben enayi değilim, doktor olmam” demiştim. Çok ağrına gitmişti bu laf, yıllar sonra bir afiş üzerine çalışırken, müşteriye gülerek gidişlerimi somurtarak gelişlerimi gözlemleyince bana “esas enayi sensin, bir de yaptığını beğendirmek zorundasın, ben ise doktorum ve işimi bildiğim gibi yaparım, beğenen beğenir, beğenmeyen beğenmez” gibi bir cevap yapıştırmıştı. Babamı kaybettikten yıllar sonra farkettim ki, aslında mesleklerimiz farklı ama ugraşılarımız aynı. Babam röntgen mütehassısı idi, film çeker (fotoğraf) filmleri karanlık odasında banyo eder (negatif filmler), onları okuyarak hastalıkları teşhis eder ve teşhislerini de rapor halinde yazardı.

Yani bir anlamda grafikerdi de, imaj ve yazıyla uğraşırdı. Şimdi herşey dijital, film yok ve babam da hayatta kalsa o da dijital ve bilgisayar ortamına geçecekti, ug˘raşılarımız, teknolojinin getirdiği araçlarla, daha da yaklaşacaktı birbirine. Bu beni mutlu ediyor.
Sonuçta babam da, ben de, imge/imajlarla ve anlam üretme ve okuma biçimleri ile uğraşıyoruz. Amaçlar farklı ama imaj ve yazıyı kullanarak ifade ediyoruz üretmek istediğimiz anlamları ve mesajları.

Yaptığınız işi nasıl tanımlıyorsunuz? Tasarımın incelikleri, ayrıcalıklarına yönelik nasıl bir yaklaşım sergiliyorsunuz?

Grafik tasarım, sözlü, yazılı ve görsel kültür geleneklerini içerir ve kültürlerin inşaasında önemli bir rol oynar; sosyal etkileşimi, zaman içinde, yansıtır ve dönüştürür. Grafik tasarımı görsel bir dille iletme ve ifade edebilme biçimi olarak tanımlıyorum. Hayatı deneyimlediğimiz tüm anların toplamından oluşan bir süreç olarak algılıyorum. Dolayısıyla süreç herşeyden değerli, aynı şekilde tasarım süreci de çok değerli benim için; çünkü, tasarım, aynı bir birey gibi doğar, büyür, olgunlaşır, şekil alır, yaşar, ölür. Tıpkı hayat gibi tasarım da salt problem çözümlemesi değil, döngüsel ve devingen bir süreçtir.

Son dönemlerde bilhassa üzerinde durduğunuz özgün çalışmalar var mı? Bu yıl Grafist 13 için çalışmalarınız sergilendi. Nasıl okumak gerekiyor bunları?

Londra’ya taşındıktan sonra, bir iki yıl süreyle, İstanbul’daki ofisimin çalışmalarını, uzun yıllar birlikte çalıştığım Aysun Pelvan’la devam ettirdiysek de, London College of Communication, University of Arts London’da öğretim görevlisi olarak çalışmaya ve bir yandan da doktora araştırmalarına girişmemle çalışmalarım ağırlıklı olarak teori ve uygulama içeren araştırma projelerine ve eğitmenliğe kaydı. Bir ülkeden başka bir ülkeye taşınıp yeni bir hayata başlamak, yeni bir düzene girmek kolay olmadı elbette. Bu karar ailece yaşadığımız bir dönüm noktası oldu. Çalışmalarım da doğal olarak bir dönüm noktasından geçti. Mesleki açıdan, uygulamalı araştırma tasarıma bakış açımı, eğitim anlayışımı ve öğretme metodlarımı çok etkiledi. Araştırmaları öğrencilerle, onlara hazırladığım projeler üzerinden paylaşmak, onlardan gelen tepkilerle araştırma metodlarımı yeniden değerlendirmek, beni hem eğitmen, hem tasarımcı, hem de araştırmacı olarak geliştiren bir sürece dönüştü.

Grafist 13 Sergisinde, imge/metin, sayfa/ekran başlığı altında, 2000 yılından bu yana hem İstanbul hem Londra’da yapmış olduğum kitap tasarımlarımı ve uygulamalı araştırma projemi örnekleyen işler sergiledim. Bunlar tasarım, eğitim, araştırma alanlarında imge/yazı araştırmalarımın genel bakışı nitelig˘indedir. Sergide hem kitapların kendilerini hem de sayfa tasarımlarını slide show olarak dijital çerçevelerde sergiledim. Bu sergileme biçimiyle amacım, 90’lı yıllardan bu yana tasarladığım kitaplarda göze çarpan sayfa/ekran etkileşimini vurgulamak, sayfanın ekranı, ekranın sayfayı etkilemesine ve her ikisinin birbirleri ile olan ilişkisine değinmekti.

Sergilediğim işlerin hepsinin birbirleriyle ortak yanları imge/metin, sayfa/ekran etkileşimlerine odaklıydı. Uluslararası İstanbul Bienal Kitapları, Dorling Kindersley Çin kitabı, İstanbul’da Programa Ara Veriyoruz adlı grafik tasarım eğitimi ve imge/metin üzerine yaptığım bir işbirliği projesinin kitabı ve deneyimlerin kitaba aktarımını inceleyen “Being (t)here: Bir deneyimin aktarımı araştırması” adlı projenin kitabı ve Liz Farrelly ile yapılan bir söyleşinin video filmini sundum. Böylece son on yılda ürettiğim kitap tasarımlarımda benimsediğim anlayışı, “multi-sensory” ifade yöntemlerini, arayış ve önerilerimi ticari, eğitim ve araştırma alanlarında ürettiğim kitap tasarımlarıyla sergileyerek izleyiciyle bugüne kadar devam eden ve daha devam edecek döngüsel bir süreci paylaşmış oldum. Grafist 13 workshop’u için hazırladığım brief ’i de bu araştırma projesi için geliştirdiğim metodlar üzerine kurdum.

Workshop’a katılan 20 öğrenciyle birlikte iki buçuk gün gibi kısa ama yoğun bir workshop sonucunda, düşündüğüm boyutların ötesinde sonuçlar elde ettik. Öğrencilerin bu projeye yaklaşımlarını, tepkilerini izlemek, çıkarttıkları işleri ve katkılarını onlarla tartışmak bu konudaki çalışmalarımı bir basamak daha ileriye götürdü. Katılan öğrencilere tekrar teşekkür ediyorum.

Tasarımsal olarak ele aldığınız çalışmalar dikkate alındığında, bu alanda sizin için değerli olan nedir?

İşlerimle, iletmeye çalıştığım mesajların, görsel iletişim dili olarak okuyucu üzerine bıraktığı etki benim için en değerli dönüştür. Çünkü ben, “exchange” (etkileşim, alış-veriş) üzerine kurulu bir iletişim modeline inanıyorum. Kaynağını kültürel ve edebi teoriden alan bu iletişim modelini, 2000 yılında Marmara Üniversitesi’nde gerçekleştirdiğim “We Interrupt the Programme in Istanbul” adlı işbirliğinde ve aynı isimli kitapta meslektaşlarım Ian Noble ve Russell Bestley ile ele almıştık. Geleneksel tasarım anlayışının aksine mesajların tasarımcı tarafından sabitlenmediği ve okuyucuya pasif bir rolün atandığı “monolog” okuma biçimi yerine “exchange”e, dolayısıyla “diyalog”a dayalı bir iletişim biçimi sunan bu modelde anlam, tasarımcının (ileticinin) ve okuyucunun (alıcının) demokratik işbirliği sonucunda inşaa edilir.
Benim için en değerli olan böyle demokratik bir diyalog üzerine kurulu işler üreterek izleyici/okuyucu’yla aramda sağlam bir diyalog kurarak birlikte bu anlam inşaasını sürekli kılmaktır.

Tasarımlarınızda ne tür simgeler sizin imzanızı, çizginizi belirliyor?

Sayfa düzenlemelerimde genel prensip yazıyla imajların uyum içinde bütünleşerek mesajı, bilgiyi iletmeleridir. Bunu genelde geleneksel tipografi yaklaşımından uzaklaşmadan ancak sayfanın bütününde okuma biçimine müdahale ederek gerçekleştirmeye çalışırım. Amacım, sayfanın sınırları içine yerleştirilen her elemanın birbirlerine olan ilişkileriyle yaratılan nonlinear bir okuma biçimi sağlamaktır. Bu benim mesajları görsel dille iletme yöntemimdir.
Son 10 yıldır üzerine çalıştığım uygulamalı araştırma projeleri ile, yazı dolayısıyla okuma sistemlerini tasarım yoluyla irdelemeye odaklandım.

Kitap tasarımlarında, belli bir metodolojiye sadık kalarak farklı okuma/yazma strüktürleri ve sistemlerinin uygulanmasının olasılığını araştırdım. Sergilenen işlerde bu arayışın etkilerini görmek mümkün; örneğin metafor, ikili karşıtlık, imge, kod vb. kullanımı ile 3 boyutlu mekanı gösteren fotoğrafları izleyicinin o mekanı sanal olarak yaşayabilmesi için; kitap içinde kitap metaforlarını izleyiciye ellerindeki kitabın obje özelliğini hatırlatmak için; silme resim detaylarıyla da seyirciyi sayfa yüzeyine yaklaştırmak vb. için kullanırım.

Ayrıca diğer önemli bir yaklaşım ise işlerimde imaj ve yazının birbirlerinden bağımsız ele alınamayacağıdır. Örneğin Sumahan logotype’inde yazı imajı, imaj yazıyı okutmakta; kelime ve imaj bir bütün olarak varlar; biri bir diğeri olmadan var olamaz ve logotype sadece arkasındaki boğaz görüntüsüyle okunabilir hale geliyor. Dolayısıyla benim imzamı taşıyan bir simge değil ama direkt okuma/yazma biçimlerini zorlayan bir yaklaşım. Bu bir imza mı yoksa okuma/yazma biçimlerini metodlarını sorgulayan bir anlayış mı? Bu bambaşka bir tartışma konusu.

“Müşteriye güleryüzle gidip, somurtarak gelişiniz”, yaratım için bu alanda tasarımcının yeterince özgür bırakılmadığı anlamına mı geliyor?

Kendi adıma şunu söyleyebilirim, yaratıcılık ille de özgürlükle gelen bir nitelik degildir.
Bazen kısıtlamalar faydalı bir ortam yaratıp yaratıcılığı besleyebilir, bunun en güzel örneği belli bir döneme ait Polonya afişleridir. Bu afişlerde baskı altında olan bir toplumun görsel dilinin tam tersine nasıl beslendiğini gözlemleyebiliriz. Bir başka besleyici kısıtlama da zaman sınırı olabilir.
Nasıl bir özgürlükten bahsettiğimizi belirlemek önemli. Örneğin okuma/yazma genelde sıkı sıkıya kurallara bağımlı sistemler. Belki de yaratıcı bir tasarımcı özgürlük tanımını müşterisinin ihtiyaçlarına gore tanımlayan tasarımcıdır. Bilmiyorum. Kaldı ki, yukarıda bahsettigim gibi ben ikili karşıtlıkların dengelenmesinden yanayım, birinin diğerinin üstüne çıkmasından değil.

Baskı öncesi, baskı ve baskı sonrası süreçlerin birbiriyle iletişimini nasıl değerlendirirsiniz? Bu tasarımcıya neler sağlar?

Genelde bu üç aşamalı süreç, fikir aşamasında düşünülür ve belli miktarda planlanırsa tüm süreci ve üretilen işi pozitif yönde etkiler. Benim için iyi bir tasarımcı bu üç aşamayı ve bu aşamaların tasarıma sunduğu olanakları çok iyi kavramış olan tasarımcıdır çünkü bu kavrayış mesajlarının oluşumuna muhakkak yansır. Dolayısıyla, bir tasarımcının basım ayağındaki gelişmeleri bilmesi iyi bir iletişimci olmasını sağlar elbette.

Matbaacılıkta gelinen teknolojik bilgi sizlerin rahat çalışması için yeterlilik arzediyor mu? Beklentileriniz ne yönde?

Bu konuda hem beklentilerim çok, hem de söyleyecek çok sözüm var. Dijital teknolojiler bana bir anlamda rahatlık sağladılar çünkü seminerimde de değindiğim gibi postscript imaj ve yazı arasındaki ikili karşıtlığı ve dengesizliği bir ölçüde ortadan kaldırdı ve bu toplumsal olarak imaj ve yazı kavramlarımızı değiştirdi. Hatta biz tasarımcıların yazıya, tipografiye bakış açımızı değiştirdi.

Bunun yanı sıra dijital teknolojiler beni çok umutlandırıyor. Aslında teknolojik determinizme inananlardan değilim ama belki de yeni media sag beyine hitap ettiği verdi; sınırlanmamış bir medya, açık uçlu, kitapta olduğu gibi baskıya göndermeden önce her ince detayı mükemmel bir şekilde bitirmek için uğraşmayı gerektirmiyor; hatalar hayati değil ve yapılan hatalar için cezalandırılma duygusuna kapılmaya gerek yok çünkü her zaman değiştirmek mümkün. Bu durum çok hoşuma gidiyor çünkü yeni medya, kendini yenileyebilen yeni bir süreç sunuyor bizlere. Bu benim gibi sürece önem veren bir tasarimcı için sevindirici bir olanak..

Kitap tasarımı da bu anlayıştan elbette etkilenecektir. Richard Grusin ve David Jay Bolter’in “remediation” (yeniden uzlaştırma) teorisine göre yeni görsel medya, eski medyalara itibar ederek onlardan etkileniyor, önceki medya da ardından gelen yeni medya için bana çok özgürlük kazandırıyor, örneğin web sayfalarımı hazırlamak bana çok haz tarafından biçimlendiriliyor. Örneğin fotoğraf, resmi yeniden biçimlendirirken; sinema sahne prodüksiyonlarını ve fotoğrafı; televizyon sinema, sahneleme ve radyoyu; web, kitabı; kitap da web’i etkiliyor.

Basım sanayi ve tasarımcılar arasındaki ilişki göz önüne alındığında, kim kimin önünde gidiyor? Sizler yeni teknolojilerin hızına, yeni teknolojiler sizin hızınıza yetişebiliyor mu?

Bu ikili ilişkide birinin diğerinin önünde gittiğini sanmıyorum. Ayrıca teknoloji toplumsal değişmede bağımsız bir değişken değildir diye düşünüyorum. Aksi teknolojik determinizm olur. Teknolojik determinizm eksiltici bir teoridir ve toplum teknolojilerinin sosyal strüktürlerin ve kültürel değerlerin gelişimini yönettiğini varsayar.

Ayrıca teknoloji özerk değildir, toplumun üzerine belirleyici etkileri bulunur ama bu tavuk yumurta benzetmesi gibidir. Başka bir deyişle, yeni teknolojilerin insan beyninin yapısını ve konfigürasyonunu deg˘iştirirken hayata bakışımızı ve kavramlarımızı da değiştirdiklerine inanıyorum ama bu teknolojiler aynı zamanda insane beyninin ürünleri. Tarihe baktığımızda her yeni teknoloji bir sonrakini etkiliyor ve yavaş¸ yavaş¸ önce insanlar sonra toplumsal strüktürler değişiyor. Bütün bu gelişmelere adaptasyon kısa insan hayatı içinde hiç birimiz için kolay olmuyor ama yenilikleri yakalamak, onları kavramak, yeni mesajlar üretmek elbette yaratıcılık ve adaptasyon yeteneklerimizi sergiliyor. Bu basım sanayi ve tasarımcılar arasındaki ilişkiyi dinamik ve yaratıcı kılıyor. Her iki taraf birbirinden öğrenip bu hıza ayak uydurmaya çalışıyor kanımca. I˙ngiltere’ye gittiğimden ve akademik çalışmalara ağırlık verdiğimden beri I˙stanbul’da matbaacı dostlarımla tasarım adına birlikte götürdüğümüz bilgi alışverişlerimizi çok özlüyorum. Her zaman söylemişimdir tasarım hayatımı saate vurursam, tasarlama sürecinin yarısı matbaalarda geçmiştir.

Söyleşimizi, çok kullandığım bir aforizma ile bitirmek isterim. "The Medium is The Message", "Mecra Mesajın Kendisidir" Marshall McLuhan bu sözüyle "bilgiyi aktarma ve edinme yöntemlerimiz aslinda bilginin içeriğinden de daha önemlidir" demek istemiştir.